Published at: https://narmanlisanat.com/hakikat-ve-kurgu-arasinda-kazi-kusatma-arsivleme/
SALT’ın Ardışık programı dahilinde farklı sanatçıların 2021 yılı boyunca SALT Galata’da art arda ortaya koyacakları bağımsız sunumların ilkini gerçekleştiren Barış Doğrusöz, antik bir şehrin ve kültürün yıkım ve inşa süreçlerini incelerken içinde yaşadığımız çağdaş toplumda mevcut izlenme, denetlenme ve arşivleme sorunlarını da ele alan çalışmasını ortaya koyuyor. Güç Odağı / Locus of Power adlı sergi birbirleriyle arşiv, arkeoloji ve politika üzerinden bağ kuran üç ayrı video çalışmasından meydana geliyor. Günümüzle son derece alakalı bir sergi olmasıyla birlikte izledikçe sorma ihtiyacımızın arttığı “geçmişin temsiliyetini elinde bulunduranlar kimler?” sorusuyla güç ilişkilerini arkeoloji, stratejik savaşlar, gözetleme teknolojileri, kuşatma, peyzaj, yağmalama ve yeniden arşiv ekseninde, zamanının kozmopolit kentlerinden biri olan Dura – Europos antik kentini merkeze alarak sorguluyor.
Genel olarak sanatçının iletmek istediği düşünceler ve sorunlar bize ilk olarak imajlarla değil, anlatıcının robotikleşen mesafeli anlatım tarzıyla aktarılıyor. Henüz mekana girmeden dahi anlatıcının sesini ve mekanın akustiğinde yankılanan girift sesleri duyabiliyoruz. Bölgenin jeopolitik peyzajı üzerine yoğunlaşan Güç Odağı sergisi belli bir gözlem ve detaylı arşivsel araştırmanın sonucu olarak ortaya çıkarken, egemen tarih anlatılarını şekillendiren sistemler incelenerek mekan ve zaman mefhumları üzerinden geliştirilen video üçlemesiyle sergide biçimsel ve fikirsel bütünlük oluşturuluyor.
Müzecilik, arkeoloji ve arşivin temsil ettikleri tarihin katmanları ile herhangi bir ilişki kurup kuramayacağı düşüncesini de içinde barındıran sergi, Suriye Çölü’nün Pompeisi olarak anılan Dura – Europos antik kentinin on yedi asırlık tarihsel katmanları arasında casus bir uydunun navigasyon görüntüleri ve anlatısal bir dille, sergi mekanında tekrarlı yankılanan seslerle yola koyuluyor.

Video çalışmalarına hakim olan uydu görüntüleri ve antik kentin manzaraları tıpkı kullanılan arşivler gibi dökümanter bir üslupla gösteriliyor, çalışmalar ise bu bağlamda arşivsel birer malzeme halini alıyor. Bu görüntüler bize peyzajın tahakküm sistemlerince yaratılan ve sürekli politik, ekonomik yönergelerle insan bedeni ve toplum üzerinde etkili olan politikaların etkin zemini olarak okuyabileceğimizi onaylatıyor. Dura – Europos Antik Kenti’nin özelinde arkeolojik kazılar ve yakın geçmişte gerçekleşmiş olan militarist yağmaların tamamı on yedi asırlık tarihsel bir peyzajın geçmişte olduğu kadar bugün için de hala çıkar ilişkileri, siyasi stratejiler, eşik noktaları olarak kullanıldığını irdeliyor. Yıkım süreçleri Roma ordusu, Arap uygarlıkları, Yale ve Fransız arkeologların kazıları ile devam ederken, dönüm noktası olan, 1920’de Fırat Nehri çevresinde kamp yapan İngiliz arkeologların bölgede tesadüfen bir fresk ortaya çıkarmasıyla başlayan kazı süreci, bölge için her zaman önemli olan tarım ıslahı, su ve enerji kaynakları, kentleşme, yağmalar, savaşlar ve kasıtlı imha meselelerini eksenine alarak kolektif hafızanın “yeniden kurguları” ile derinleşiyor.
Harabe estetiği peyzajla, çeşitli tarihsel dönemlerde denetimle şekillenmiş bir alanı filme alarak üretilen metrajlarla ve geçmişin harabeye dönmüş kalıntılarıyla psikocoğrafik durumları aktarmaya başlıyor. Arkeolojik kazı raporları ve uydu görüntülerinin kayıtları üzerinden oynamalar ve eklemeler yapan sanatçı kullandığı çeşitli imajlar, dil ve estetikle birlikte arşivlemenin ve arkeolojinin içinde mi yer alıyor, yoksa mesafeli bir konumdan klasik belgesel üslupta uydunun kendisi gibi gözlemlemeye mi koyuluyor? Bakışlarımız bir anlatımın peşinden sürüklenmeye başladıkça cansız ve üzerine stratejiler geliştirilen bir mekan olan militerleşmiş teritoryal manzarayı izlemeye başladığımızın farkına varıyoruz. Bu arazinin içinde mi yoksa dışında mı konumlandığımızı çoklu medya enstalasyonunu deneyimledikçe sorgulamaya başlıyoruz. Dura – Europos arkeolojik kazı görüntüleri önümüze serildikçe arkeoloji disiplininin kendi içinde basitçe bir harabeye odaklanmaktan çok daha fazlası olup olmadığını kendimize sorabiliriz. Arkeolojinin birçok unsurla birlikte arşivi de merkezine alarak ilerlerken yüzeyi ve derinini talan ederek veriyi nasıl oluşturduğunu da sorunsallaştırmak da mümkün. Yağmalama da bir çeşit arşivsel materyalin açığa çıkarılması ise bu bağlamda arkeoloji, sömürgeci rejimlerin buyruğunda nasıl bir disiplin haline gelmektedir?
Baştan sonra imaj politikaları ve teknopolitika ile birlikte bir arazinin nasıl lanse edildiği, kontrolünün nasıl gerçekleştiği ve resmi olarak ne kadarının görülür kılındığının kararları, iktidarın eliyle tasarladığı ve son derece suni olan peyzajın kendisiyle kuruluyor. Harabeler çeşitli zamansallıklar içerisinden geçen ve birbirinden farklı yıkım döngüleri arasındaki ilişkileri kuran bir beden haline dönmeye başlarken manzaranın sürekli yeniden yaratımı ile cedit kurgusal anlatımlar üretiliyor.
Sergi mekanında izlediğimiz videolar da hazır uydu görüntüleri ve kazı fotoğraflarını işlerken temsil mekanizmalarının estetiğinden sıyrılabiliyor mu, optik mekanizmaların görüntülerinin ilerisine uzanabilen melezlenmiş ilişkiler kurabiliyor mu, bunu sorgulamamız gerekir.

Sergi mekanına girer girmez bir uyarı paneli gibi karşımızda duran kırmızı duvarda 1968-69 yıllarına ait Corona uydu görüntülerinden alınmış çok ince bir kesit ve hemen önünde havada asılı vaziyette duran birbirine bitişik üç ekran beliriyor. Çaprazlama / Cross-Pollinated (2020) diğer iki çalışmadan daha sonra, Salt’ın desteği ile üretiliyor. Sanatçının da faydalandığı ve Corona casus uydusunun görüntüleri olan çekimler esasen Amerika Birleşik Devletleri’nin soğuk savaş dönemi boyunca Sovyetler Birliği’ni, Çin Halk Cumhuriyetini ve Asya topraklarını takip etmek için kullanılmış. Video çalışması kaleyi, kuşatmayı, gözetimi ve yıkımı odağına alırken tarih anlatısını kuşbakışı gözün ayrıksı konumundan ele almaya başlıyor. Çok kısa sürede bir uydu harita görüntüsüne baktığımızı idrak ediyoruz. Haritalama sürecinde navigasyon düşünceleri ve algılama biçimlerini yönlendirmeye başlarken seyir üzerinden denetleme ve inceleme hallerine tanıklık ediyoruz. Konum bilgilerinden veri toplamaya, gözetimden siyasi stratejilere kadar uyduların görüntü politikaları; siyasi, ekonomik hatta ekolojik mekanizmalarda yön kısıtlamalarına, hareket özgürlüğü haklarına, özgürlük yasalarına, izinsiz giriş kanunlarına kadar tüm seyir koşullarında belirli normları uygulamaya koyuyor. Araştırma bazlı ve imge politikaları üzerinden gelişen sergideki çalışmalar da araziyi, yani kontrolün kendisi haline gelen toprak parçasını farklı ölçeklerde ve farklı perspektiflerde sürekli denetime sokarak yeniden kurgusallaştırıyor. Navigasyon mesafeler arası oranlarla kontrol mekanizması görevini üstlenirken kesintisiz görsel veriler ve iktidar denetiminde olan görüntü çözünürlükleri üzerinden sınırlı erişim hakkını ortaya koyuyor. Uydunun “izlediği kale sanki optik bir araç gibi inşa edilmişti” sözlerini duyarken biri (kale) ufku sınırlı mesafeye kadar, diğeri (uydu) ise yeryüzünü kesintisiz olarak denetlemenin modülleri haline geliyor. Stratejik, askeri, kültürel ve ekonomik rolüyle de Kale sembolik duruşunun dışında tüm görevi çağdaş teknolojilerle kesintisiz gözlem sağlayan navigasyona bırakıyor.
Galerinin sağ bölümünde sunulan Mahşeri Gökyüzleri Altında / Beneath Crowded Skies (2019) gerçeklik ve kurgu arasında gidip gelen bir akışta sergileniyor. Bu çalışma daha çok Fransız ve Amerikan arkeologların raporlarından, Corona uydusunun yeryüzü çekimlerinden ve şehir duvarlarının görüntülerinden yola çıkıyor. Çalışma, dikkatle ve yalın bir şekilde biçimsel ifadelerle kazma eyleminin kendisine ve kültüre odaklanıyor. Geçen yüzyıllarda (ve hala devam eden) uygarlığın uğradığı tahribat ve saldırılar üzerine elde edilen belgelerden arkeolojik sit alanlarının gözlemlenebilirliğini kendi içerisinde sorunsallaştırmaya başlıyor. Çalışma bir nevi geçmişin ve bugünün çatışmalarını ve çelişkilerini optikle aktarıp tekrarlayan sesler üzerinden arazinin sürekli yeniden kurgularına odaklanıyor. Biraz daha açacak olursak, belgelerle üretilen bir iş, dökümantasyonun gün yüzüne çıkarma gücü ve derinlere gömülü katmanlardan çıkarılan malzemeyle, yüzeyde “tekrardan oluşumlarla” kendisini yeni baştan üretme gayretine giriyor; yüzey (peyzaj) tekrarı diyebileceğimiz döngü kendisini sürekli yıkıp tekrardan yaratarak kendini olanaklı hale getiriyor. Buna stratejik bir güç olan peyzajın sonsuz varoluş döngüsü diyebiliriz.
İzlediğimiz tüm sekanslar arkeolojik kazıların kendisini, iktidarın kaba kuvvete başvurmadan incelikli bir güç halinde elinde bulundurduğu aygıt olarak toplum ve birey algısına yönelik kullandığını ima ediyor. Grafitiler, kalenin uydu görselleri, kazılardan çıkarılan nesneler, harabe fotoğrafları bu yumuşak gücün en kuvvetli malzemeleri haline geliyor. Lakin devletlerin yıkım, inşa ve arkeolojik araştırma rotasyonunda arşiv de sürekli yeniden üretim döngüsü olarak imajlar hiyerarşisini yaratmaya başlıyor. İmgelerin boyutları, renkleri, görüntü kimlikleri ve veri kümeleri halinde hiyerarşik bir düzen yarattıkları durumdan bahsediyoruz. Tüm bu rejimler kimlikleri ayrıştırarak, kutuplaştırarak dijital teknolojilerle söylem oluşturmaya ve teritoryal baskıcı bilişsellikler yaratmaya devam ediyor.
Daha evvel Pariste sergilenen ve SALT Galata’da diğer çalışmalarla birlikte sunulan Kum Fırtınası ve Nisyan / Sandstorm & the Oblivion (2017) ise söylemsel bilgi rejimleri üzerine odaklanıyor. Bize bu bilgileri aktaran ses soğuk, tamamen uzak mesafede konumlanmış mekanik bir anlatımcı dilde aktarılıyor. Tahakkümün ve batılı beyaz adamın bilimin pençesinde evrilmiş robotik sesi gözümüzün önünde akan imajlara eşlik ediyor. Arkeolojik bilimsel çalışmaları, navigasyon görüntülerini ve geçmişin kendisini kategorize eden, indirgeyici bir modelde olabildiğince duru, kaygısız ve saf bir üslupta açıklama girişiminde bulunuyor.Ancak bir yandan kelimelerin anlamları karşıt ve tekrarlayıcı biçimde kullanılarak dil ile oynanıyor. Peki sanatçı neden böyle bir dil ve ses kullanarak yineleyici bir biçimde ilerleme ihtiyacını duyuyor? Bunun cevabını sanatçının müzisyen geçmişine bakarak arayabiliriz. Piyano ve klasik müzik eğitimi alan sanatçı, döngüler, kalıplar, tekrarlayan motiflerle birlikte kendisinde mekanik hale gelmeye başlayan pratik yapma durumunu sanatsal araştırma süreçlerinde sürdürüyor. Çeşitli kalıpları kullanmaya ve buradaki çalışmaların nezdinde anlatısal açıklamaları tekrardan kombine etmeye başlarken motifler ve tekrarlar üzerine bir panaroma yaratıyor. Tüm bu tekrarlanan motiflerle; uydu görüntüleri ve videoların jenerik renkleriyle birlikte ancak uzaktan bakmaya başladığımız ve tanıklık ettiğimiz güç döngülerine hakim bir sistemin nakaratlarını izler ve dinler hale geliyoruz. Biçimsel olarak baktığımızda canlı renk kullanımları, tekno – fütürist estetiğe dönüşen filtreler sanatsal bir üslup oluşturma yolunda belgesel sınırlara yanaşma hassasiyetini içinde barındırıyor. Uzaktan bir peyzaja bakarken, mesafe ve bir uydunun navigasyon teknolojileri arasında görmek, hareket etmek ve (tekno politikanın) görsel baskı rejimlerine karşı uyanık olmamız gerekiyor.

Dijital tarama ve arşivsel kayıt süreçleri 20. ve 21. yüzyılın araştırma ve derleme çalışmalarının özü haline gelirken belgeler tarihin saklı yönlerini koruyor. Arşivsel hafıza da sonuçta yağmalanan, yıkıma uğrayan, kazısı yapılan ve katmanlarından soyulan tüm bölgenin geçmiş izleklerini kendi içerisinde barındırıyor. Bütün bu dijital arkeolojik arşiv denizinin içinde düşünsel ve eleştirel yolculuğa çıkan sanatçı için bu veri düzlemi ve kazılan arazinin kendisi, video çalışmalarında gözlemlenebilen farklı zaman döngüleri içerisinde yeni realiteler oluşturduğu kaynaklar halini alıyor. Arşivi yorumlamak, çalışma yürütülen peyzajın siyasi potansiyelini ortaya çıkarmak ve kullanmak için hayati önem taşırken, Doğrusöz bu ortaya çıkarma eyleminde (kendi arkeolojik kazısını gerçekleştirirken) arşiv kavramını düğümler, kasıtlı bağlamsal genişletmeler ve esnekliklere tabi tutarak ağ ve ilişkiler bütünü kurmaya başlıyor.
Dini, toplumsal ve kültürel çeşitlilik sanki ilk defa keşfedilmiş ve merakla incelenmeye başlayan bir gezegenin hayatını yeniden tanımlayan uydu görüntüleri aracılığı ile ekranlarda beliriveriyor. Video sekansları devam ettikçe “Bulduğumuzu korumanın tek yolu zamanı gelinceye dek onu kumların altına gömmektir.” sözü günümüze kadar devam eden yağmalama, tarihi eserlerin likiditeye çevrilmeden hemen önceki durumları ve görsel veriyi sınırlayan navigasyon teknolojileri ile destekli gözetimi düşündükçe daha da anlam kazanıyor, konuyu hassaslaştırıyor. Harabe estetiğinin, gücü elinde bulunduranların diliyle hareket ettikçe nasıl bir talana, sınıflandırmaya ve himayeye dönüştüğü baskıcı temsiliyet ve sömürgeci söylemlerin anlatı inşaları mercek altına alındıkça derinlik kazanıyor.
Sergi sistematik bir yağmalama, şehirleşme, bölgedeki su (kaynak) yolları üzerinde uygulanan politikalar, ıslah etme ve enerji kaynağı problemleri, savaşlar ve uzun soluklu fakat sürekli devam eden hızlı yıkımlar üzerine zorlayıcı kondisyonları gün yüzüne çıkarmak üzerine düşünüyor. Şüphesiz tüm bu saydıklarımızı orta doğu ve dünyanın “sorunlu” saydığımız farklı bölgelerinde hala yaşamaktayız. Arkeolojik kazıların gaspına uğramış, üzerinde denetim ve gözetleme teknolojileri ile politik güç uygulanan stratejik toprakların hepsinde tahakküm odaklı ve çıkar güdümlü sistemleri sorgulamamız açısından Güç Odağı / Locus of Power sergisi önem atfediyor.
Arek Qadrra